0-552-323-1068

Sosyal Medyada Biz}

Deistler, bir yaratıcının varlığını kabul etmekle birlikte O’nun din göndermediğini savunurlar.

Deizm

Deistler, bir yaratıcının varlığını kabul etmekle birlikte O’nun din göndermediğini savunurlar. Onlara göre yaratıcı, evrende bir düzen inşâ edip ardından evreni kendi haline bırakmış ve insanlarla ilişkisini kesmiştir. Dolayısıyla insan, kendisi ile başbaşa kalmış ve vahye ihtiyaç duymamıştır.

Bu bağlamda deizm, bir yaratıcının var olduğunu ifade etmekle birlikte “peygamberlik, mucize, ibadet, cinler, şeytanlar, sevap ve günah” gibi kavramları reddeder. Bunun yerine insan aklı ile geliştiğini ileri sürdüğü “doğal din” anlayışını savunur. Başka bir deyişle Tanrı, evreni bir saat gibi kurmuş ve kendi işleyişine bırakmıştır.

Bununla birlikte deistlerin kendi içlerinde farklı görüş ve anlayışları mevcuttur. Burada da deizme karşı birtakım eleştirilerde bulunacağız.

İlk olarak deistlerin, ölümden sonra adaletin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda farklı fikirleri üzerinde durmak istiyoruz.

Kimi deistler, ahiretin olduğuna inanırken; kimisi ruhun ölümlü olduğuna, kimisi ise reenkarnasyona inanır. Örnek olarak;

  • William Wollaston, ruhların ahirette davranışlarına göre ödüllendirilip cezalandırılacağını savunur.
  • Benjamin Franklin ise bir çeşit reenkarnasyona inanır.
  • Antony Collins, Peter Annet gibi deistler ise ruhun ölümsüzlüğünü inkar eder ya da bundan şüphe içinde olduğunu ifade ederler.

Öncelikle, böyle bir evreni var etmiş eistlerce “Yüce Varlık” ve “İlahi Saatçi” olarak nitelendirilen Tanrı’nın, böyle bir hayatın sonunda ahireti var etmemesi, onun adaletine yaraşır olmayıp tanrılık  özelliğine  aykırıdır. Zira hepimizin de bildiği üzere dünyada insan kaynaklı birçok kötülük, zulüm, haksızlık ve katliam vardır. Tanrı kavramını mantıksal bir düzleme oturtmak isteyen deistlerin, Tanrı’nın gerçekleştireceği adaletten şüphe duymaları da inançlarındaki mantıksal bir eksikliği gösterir.

Bu bağlamda, bir deistin hem “yüce ve aşkın” Tanrı tasavvuruna sahip olduğunu söyleyip hem de Hitler, Stalin, Mussolini gibi tarihte birçok insanı katletmiş kimseleri cezalandırmayacağını ya da dünyada talihsiz bir şekilde sakatlık, hastalık ve kimi musibetlerle karşılaşan masum insanların da ödüllendirilmeyeceğini iddia etmeleri bir yana, böyle bir şeyden şüphe etmeleri dahi bu tanrı tasavvurunu mantıksız bir konuma getirmeye yeterli olmaktadır.

Netice olarak ölümden sonra hayatı inkâr eden deistlerin görüşlerinin isabetli olmadığı ortaya çıkmış olmaktadır.

Ölümden sonra hayatı kabul eden deistlerin fikirlerine gelince bu noktada şu soruyu soruyoruz: 13.8 milyar yıllık bir ömür biçilen evren ve iki yüz bin yılı aşkın bir geçmişi olduğu öngörülen insan türünün varlığını dikkate aldığımızda böyle bir varlık âlemini yaratan Tanrı bizden ne beklemektedir?

Bu soru, ahiret inancıyla ilintili olup Tanrı’nın var ettiği insan üzerindeki plan ve amacını sorgulamaktadır. Eğer bu soruya “hiçbir şey beklememektedir” şeklinde bir cevap verirsek, karşımıza “boş yere” ya da “eğlence için” bir evren yaratan tanrı tasavvurunun Tanrı için mâkul olmadığı kendiliğinden anlaşılır. Zira Yüce Yaratıcı’nın anlamı olmayan bir iş yapmasını, bu anlamı olmayan işe de başka canlıları dâhil etmesini beklemek tutarlı olmayacaktır.

O halde elimizde, deist ve teistler adına tek bir yanıt kalmıştır ki, o da “Tanrı’nın âlemi yaratmasında bir amacının bulunduğu”dur.

Peki, bu amaç nedir? Birçok deist, bu soruya “ahlaklı bir hayat yaşamamız” şeklinde bir cevap verecektir. Ahlak üzerinde durmadan önce burada bir noktayı daha sorgulamamız gerekmektedir: Tanrı bizi sadece ahlâklı bir hayat yaşamaktan mı sorumlu tutmaktadır, yoksa burada anladığımız ahlâk kavramı sadece diğer canlılara olan ahlâkla mı ilişkilidir?

Eğer ahlâk kavramını “yaratıcıya karşı ahlak” şeklinde anlarsak, burada Yaratıcı’nın bizden beklediği aynı zamanda “Kendisini bulmamız” olacaktır. Zira Tanrı bize bir akıl bahşetmiş, bu akıl hayvanlardan farklı olarak “neden” sorusunu sormamıza imkân sağlamıştır. Ortada bir yetenek varsa bunun bir fonksiyonu olmalıdır. Bu fonksiyon söz konusu yeteneğin gerektirdiği sonuçlara ulaşmaktır. Buna göre Tanrı akıllı varlıklardan kendisinin bulunmasını bekliyor olmalıdır. Ne var ki günümüzde birçok deist şaşırtıcı bir şekilde bu noktayı görmezden gelmektedir.

Ayrıca deistlerin “Tanrı’nın bizden beklediği, diğer canlılara karşı ahlaklı ve erdemli bir hayat yaşamaktan ibarettir” şeklindeki görüşleri kendilerine göre ahlaklı olan ateistleri “imtihanı geçmiş” gibi bir konuma sokmaktadır. Oysa insan sadece ahlak üzerine düşünebiliyor olsaydı yalnızca ahlaktan sorumlu olurdu. Ancak insan sadece ahlak üzerine değil, ayrıca bir yaratıcının varlığı ve nitelikleri üzerine de düşünebilmektedir. Öyleyse Tanrı, kendisi hakkında belirli tasavvurlara ulaşmamızı da bekliyor olmalıdır.

Bu bağlamda deistlerin ahiretin varlığı konusunda tutarsız ifadelerine ilave olarak karşılaştıkları diğer bir sorun, Tanrı’nın insanlardan ne beklediğini çizgilerle tespit edememeleridir.

Bu noktada deistlere şu soruyu sorarız:

“Bu nasıl bir Tanrı ki, ne adaletin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda bir bilgi veriyor ne de yarattığı belirsiz evrenin içinde bize ne ile sorumlu olduğumuzu bildiriyor? İnsanı kendi kaderine terk edilmiş, çaresiz ve tek başına bırakıyor.”

Deizmin diğer bir problemi de ahlakın salt akılla bulunabileceği iddiasıdır. Bu cümleye “salt” kelimesini ekledik; zira ahlâkın akıl ile bulunulabilir yönü muhakkak ki vardır. Bir Müslümanın bunu kabul etmemesi mümkün olmadığı gibi, bu konu İslâm tarihi boyunca “hüsun-kubuh” başlığı altında bir hayli tartışılmış ve birçok İslâm bilgini, ahlâkın akıl ile bulunulabilir bir yönü olduğunu ifade etmiştir.

Esasen bunu kabul etmek, dine gerek olmadığı anlamına gelmez; zira insanın bir iç bir de dış yönü vardır. İç yönü olan fıtratı, bazı gerçeklere ulaşmakla birlikte dıştan gelen yönlendirmeye muhtaçtır.

Yakın tarihte, antropoloji kapsamında yapılan birçok araştırma bunu gösterir niteliktedir. Buna göre ilahi vahiyden haberdar olmayan birçok ilkel kabilede tek tanrı ve ahlaki inançlara rastlandığı gibi, akıl dışı pek çok âdet ve uygulama görülmüştür. Bu kabilelerde aile içi cinsel ilişkilerden, şiddetle iç içe geçmiş ritüellere kadar birçok uygulamalar görülmüştür. Yani akıl, salt olarak, zorunlu şekilde kişiyi ahlaka götürmeyebilir. Zira aklın kendisi önemli olduğu kadar, aklı kullanan kişinin birikimi, düzeyi, şartları da burada etkin bir rol oynamaktadır.

İlk olarak herkes aynı imkânlara sahip değildir. Şöyle ki bir insan ahlâk hakkında serbestçe düşünebilecek koşullara sahipken, kimisi bu şartlardan yoksundur. İkinci olarak, kişilerin doğdukları sosyal çevreleri, ahlak algılarını ciddi manada etkileyebilir; öyle ki günümüz anlayışı ile ahlaksızlık olarak gördüğümüz birçok şey gayet normal olarak değerlendirilebilir. Bu durumda kişi, belki de sosyal çevresine uyum göstererek ilahî maksattan uzak kalacaktır.

Örnek olarak Aristoteles, köleliğin gayet makul olduğuu ifade edip hayvan evcilleştirme ile köleler arasında benzetme yapıp, iki durumu denk tutar. Yine ona göre kadınlar erkeklerle asla eşit olamazlar: öyle ki kadın ve erkek arasındaki fark insan ile hayvan arasındaki fark kadar geniştir!

Yine ahlakın, yalnızca insan vicdanına bırakılmaması gerektiğine, bizzat tarihin kendisi şahittir. Şöyle ki bir Amerikalı, binlerce insanın katledilmesine yol açan atom bombasını “o olmasaydı dünya savaşı devam edecekti” şeklinde bir takım aklî yorumlarla meşrulaştırabilir! Yine zamanında Hitler, Yahudi ve benzeri kimselere yaptığı zulmü “ırkı Almanlar için sorun teşkil edecek insanlardan temizleme” gibi bir iddia ile temellendirebilir.

İşte bu noktada din, aklın kötülüğü meşrulaştırma çabalarına bir set niteliği taşır. Buna göre hem vahiy aklı denetleyecek, hem de akıl vahyi yorumlama biçimini şekillendirerek bir denge kuracaktır.

Deistlerin dinlere getirdiği bir diğer eleştiri de, dinlerde yer alan vahiy olgusudur.

Oysa vahiy, Allah adına bir sorumluluk niteliğindedir. Allah’ı kimse hiçbir şeye zorlayamaz, ona hiç kimse bir görev yükleyemez. Ancak Allah’ın kendi taşıdığı sıfatlardan hareketle, vahyin, Allah’a ait, lütufla desteklenen bir sorumluluk olduğunu görebiliriz.  Zira Allah  evreni var etmiş, canlıları yaratmış; insana da akıl bahşetmiştir. Ayrıca insan, hayat boyu kimi nimetler ve zorluklarla, lütuf ve zulümlerle karşılaşabilmektedir. Bu denli zıtlıkların olduğu bir yerde, Allah’ın insanlara ışık tutması, yol göstermesi, onları iyiye ve güzele yönlendirmesi; onlara bazı kulları aracılığıyla bu hayatın anlamı olduğunu bildirmesi oldukça makuldür.

Vahiy süreci, içeriği itibari ile metafizik öğeler barındırmakla birlikte, doğal olarak tam anlaşılabilmiş değildir. Ancak Allah Resulü’nün bazı manevi hallere girdiği, terlediği, ardından kısa bir süre içinde birçok ayeti dillendirdiği mâlum olup, bunu “epilepsi, halüsinasyon” gibi hastalık kavramları ile özdeşleştirmeye kalkan bazı tutarsız iddial ra yanıt niteliğindedir. Zira, tarih boyunca, hiçbir “hasta”, halüsinasyonları doğrultusunda, 23 yıl boyunca birbiriyle tamamen ölçüşen mesajlar almamış, bu mesajlarla dönemin köklü din mensupları ile münazaralara girmemiş, aldığı ahlaki öğretilerle toplumu ıslah etmemiş, birbirlerinin kanını akıtan kabileleri bunca kısa süre içerisinde birbirine kardeş kılmamış, bu kısa süre içerisinde koca bir yarımadayı kendisine bağlamamıştır.

Nitekim sadece Veda Hutbesi’nde 120 bin kişinin hazır bulunduğu nakledilir ki, o hutbe esnasında tüm Müslümanlar orada değildi.

Kimi İslam filozofları, vahyi faal akıl ile ittisal ola rak açıklamıştır, buna göre ahlakî yönden tezkiye olan Peygamberler, manevi temizlenmeleri sonucu; hakikatin kapısı olan ve dinî literatürde Cebrail olarak anılan faal akıl ile iletişime geçmiş ve ilahî hakikatler zihinlerine akmaya başlamıştır. Bunların hepsi çeşitli felsefî yaklaşımlardır. Bizim dikkat etmemiz gereken nokta, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi vahyin mümkün ve yaratıcı adına makul olmasıdır.

Deizmin dinlerde eleştirdiği bir diğer olgu da mucize olgusudur.

Onlara göre Tanrı evrende hiçbir fizik kuralına müdahalede bulunmadığından, mucizelerin gerçekleşmesi de imkânsızdır. Hemen işaret edelim ki, İslâm dininde de aslolan, Allah’ın imtihan gereği evrendeki fiziksel kurallara müdahale etmiyor oluşudur. Bu fiziksel kanunlara “sünnetullah” denir. Yine Kur’an’da aktarılan kıssalarda görüldüğü üzere aslolan evrenin yasaları olup, istisna olan mucizelerdir. Yani Allah evren yasalarını çoğunlukla değiştirmez, ancak bazı durumlarda müdahalede bulunabilir.

Deistlerin, Allah’ın evrene müdahale ihtimalini tamamen kapatması da mantıksal anlamda tutarlı değildir. Bunu göstermek için şöyle basit bir önerme zinciri kuralım:

  1. Evrendeki fizik kurallarının koyucusu Allah’tır.
  2. Kanunları koyanın kanunları değiştirmeye gücü yeter.

Sonuç: Allah fizik kurallarına hükmedebilir, müdahale edebilir, değiştirebilir.

Burada karşımıza şöyle bir soru çıkabilir: Madem Allah evrene müdahale etmektedir, öyleyse neden kötü olan her şeyi engellememektedir? Bu soruya en basit cevap, dünyanın imtihan alanı olması olacaktır. Zira her kötülüğün engellendiği, her olumsuz durumun önüne geçildiği bir yerde özgür iradenin ortaya çıkması, dolayısıyla âdil bir sınamanın varlığı mümkün olmayacaktır.

Deistlerin, dinlerde eleştirdiği bir diğer olgu da ibadettir. Deistler, ritüelleştirilmiş şekilde yapılan bir takım fiillerin ibadet oluşunu anlamsız  bulurlar.  Oysa  Baylor ve Columbia Üniversitelerinde yakın zamanda yapılan araştırmalar, ibadetin ruh sağlığına ciddi anlamda fayda verdiğini ortaya koymaktadır. İbadet ve dua esnasında kişinin kan basıncı düşer, kalp atışları yavaşlar, kortizol hormonunda düşme gözlemlenir. Zira kişi bu esnada yaratıcısı ile ilişki kurduğunu duyumsamaktadır.

Kısacası, deistlerin “mantık dışı” olarak bulduğu birçok ritüelin, yaratıcı ile ilişki kapsamında insan ruh sağlığına iyi gelmesi bize bir şeyleri gösteriyor olsa gerektir. Zira bizler de deistlerle bir yaratıcıya inanır, bir yaratıcının bizi yarattığını kabul ederiz. Bu yaratıcının da dizayn ettiği insanın, ibadetleri doğrultusunda bu denli rahatlık ve huzur hissine kavuşması elbette yaratıcı ile ilişki kurmanın mümkün olabileceğini gösteriyor olsa gerektir.

Başka bir deyişle, insanı yaratan Tanrı var ise, yarattığının fıtratını, başka bir ifadeyle tabiatını da dizayn etmiş olan O’dur. Dolayısıyla ibadet ritüellerinin ruh sağlığında olumlu karşılığı olması, yine O’nun iradesinin bir sonucudur.

Bir kısım deistlerde “Tanrı insanla uğraşmayacak kadar büyüktür.” gibi bir iddia söz konusudur. Bu iddianın altı ise “Tanrı insanların davranışlarıyla, cinsel tutumları ile uğraşmaz.” gibi bir görüş ile doldurulup Tanrı’nın emir ve yasak kapsamında insanlara herhangi bir dayatmada bulunmayacağına benzer ifadelerde bulunulur.

Oysa büyüklük bir şeyi “umursamamak”la ölçülemez. Bilakis umursamama tutumu, çoğu kez bir aciziyetten kaynaklanır. Bir insan bir şeyi umursamama işini, onunla mücadele etmekten veya o durumu değiştirmekten umudu kestiğinde yapmaya başlar. Onu göz önünde bulundurmamaya, zihninde onu bir sorun haline getirmemeye çalışarak kendince savunma pozisyonu almış olur.

Yukarıdaki durumun aynısı, dinlerdeki sevap ve günah algısı için de geçerlidir. Yaratıcı’nın insanların davranışları kapsamında bir sınava tabii tutması, adaleti gereği davranışlarını detaylı bir şekilde değerlendirmesi akıl dışı addedilemez. Buna dinsel kavramda “sevaplar ve günahlar” adı verilmiştir. Buna göre iyilik yapanlar mükâfatlarını alacak-arken, diğer varlıklara kötülük yapanlar, yaratılışlarının gereğini yapmayanlar da cezalandırılırlar.

“Ey oğlum! Yaptığın iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yerin derinliklerinde de bulunsa da, Allah onu karşına getirir. Şüphesiz Allah, latif olandır, (her şeyden) haberdardır.” (Lokman, 16)Bu konu ayetlerde şöyle geçer:

“Kim zerre miktarı hayır  yapmışsa  karşılığını  görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse karşılığını görür.” (Zilzal, 7-8)

Zaten her şeye gücü yeten bir yaratıcıya yaraşan da budur! İnce hesabı yürütebilmeli, kullarının içlerine ve dışlarına ilmi ile hâkim olabilmeli ki; o bir yaratıcı sıfatına sahip olsun.

Üstteki maddelerden hareketle karşımıza bir soru gelmektedir. Madem din mantıksal anlamda mümkün ve gereklidir, öyleyse hangi dinin doğru olduğunu nasıl bilebiliriz?

05 Şubat 2020

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZIN